Cem Polat Çetinkaya*
İlk olarak Birleşmiş Milletlerin 1987 tarihli Çevre ve Kalkınma raporundaki (Brundtland Raporu) resmi bir belgede yer bulan “sürdürülebilirlik” ve “sürdürülebilir kalkınma” terimleri, aynı belgede “bugünkü ihtiyaçların gelecek nesillerin ihtiyaçları ile çelişmeden ve çatışmadan karşılanması” olarak tanımlanmıştı. Bununla birlikte, uzun yıllardan beri araştırmacılar, bilim çevreleri, politikacılar ve bürokratlar “sürdürülebilir kalkınma” kavramının tarifini tartışmaya devam ediyorlar. Farklı disiplinlerden birçok araştırmacının ortaklaştıkları nokta ise 35 yıldan beri tartışılan bu kavramın iş özellikle “doğal kaynakların” kullanımı ve yönetimine geldiğinde, belki de bir 35 yıl daha konsensüse bağlanamayacağıdır.
SÜRDÜRÜLEBİLİRLİĞİN TANIMI
Durmadan kulaklarımızda çınlayan “sürdürülebilirlik” ve hemen arkasından telaffuz edilen “sürdürülebilir kalkınma” terimleri, kavramlaşma sürecinde konulması gereken kuralların ortakça belirlenmesinin zorluğu sebebiyle, muğlak bir düzlemde, herkesin cebinde taşıdığı sihirli sözcükler haline geldi. Özellikle son zamanlarda kimsenin dilinden düşürmediği bu terim, her kurumun, kuruluşun ve hatta bireylerin kendine göre tarif ettiği ancak hayata tam olarak nasıl geçirileceği üzerinde bir türlü uzlaşamadığı popüler sözcükler listesinin ünlüler koridorunda yerini almış durumda!
Sürdürülebilir kalkınmanın üzerinde uzlaşılan bir kavram olarak karşımıza çıktığı ilk uluslararası belge, 1992 yılında yapılan Dublin ve Rio Çevre Kalkınma zirvelerinde oluşturulan Gündem 21 kararları. Bu kararlarda su, toprak gibi doğal kaynakların kullanılmasında ve yönetiminde sürdürülebilirlik yaklaşımı ilk kez uluslararası alanda benimsendi. Bu yaklaşım daha sonra 2002’de Johannesburg’da yapılan Sürdürülebilir Kalkınma Dünya Zirvesi ile de desteklendi. Uluslararası zirvelerde yapılan bu sürdürülebilirlik tanımlamalarında, ekosistemlerin daha iyi korunması ve yönetilmesine atıfta bulunuldu, özellikle su kalitesi ile su ekosistemlerinin mutlaka korunması gerektiği belirtildi. Bunun yanında; doğal kaynakların sınırlı ve etkilere açık olduğu, insan yaşamı, çevre ve ekonomik gelişim için gerekliliği, özellikle su kaynaklarının geliştirilmesi ve yönetiminde her seviyeden politika geliştiriciler, planlamacılar ve kullanıcılar gibi paydaşların yer alması gerektiği, suyun rekabet eden kullanıcılar arasında ekonomik bir değere sahip olduğu ve bir meta olarak değerlendirilmesi gerektiği gibi hususlar da vurgulandı.
Türkiye de Avrupa Birliği’ne uyum süreci ve Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri’ne bağlılığını belirten anlaşma ve deklarasyonlar nedeniyle, 1983 yılında kabul edilen Çevre Kanunu’nu, 2006 yılında kapsamlı bir değişikliğe tabi tuttu. Çevre Kanunu’nda sürdürülebilirlik tanımı “Gelecek kuşakların ihtiyaç duyacağı kaynakların varlığını ve kalitesini tehlikeye atmadan hem bugünün hem de gelecek kuşakların çevresini oluşturan tüm çevresel değerlerin her alanda (sosyal, ekonomik, fizikî) ıslahı, korunması ve geliştirilmesi” olarak yer buldu. Bunun yanında ekosistemlerin korunmasının amaç olduğu vurgulanarak, bunun için bölge ve havza bazında planların yapılması da kabul edilmiş oldu.
Hem uluslararası alanda hem de Türkiye özelinde buluşulan bu ortak payda açısından bakıldığında, kullanılan kaynakların bugünün refahını sağlarken gelecek nesillerin refahını tehlikeye atmaması temel tanım olarak ortaya çıkıyor. Haliyle bu kavramsal tanımın ardından neyin, ne şekilde sürdürülebilir olması gerektiğiyle ilgili normların ortaya konması gerekiyor.
SÜRDÜRÜLEBİLİRLİĞİN ÜÇ SAC AYAĞI
Bu noktada sürdürülebilirliğin üç temel sac ayağının ekonomi, sosyal ve çevre alanları olduğu tüm çevrelerce kabul edilmektedir. Temel olarak alınan kararların, uygulanan politikaların, yapılan yatırımların ve bunların işletme prensiplerinin; Çevreye kalıcı zarar vermeyen, ekonomik olarak verimli (kâr eden olarak okuyun), sosyal açıdan ise hakkaniyetli olması o faaliyetin sürdürülebilir olması için yeterli görülmekte.
Peki, sürdürülebilirlik sürdürülebilir mi? Bu sorunun cevabını ararken bu noktadan itibaren bu üç unsura (ekonomi, sosyal, çevre) dayalı birçok olgu ve yaklaşım da gözden geçirilmeli.
İlk olarak değinilmesi gereken nokta, insanların bu sac ayağını nasıl algıladığı ve uyguladığı hususu. Genelde, hâkim ekonomik sistem sosyal olguların ve çevrenin üstünde bir tahakküm iddiasındadır ve çoğu birey, kurum ve kuruluş açısından da bu görünüm geçerlidir. Özellikle son 70 yılda ekonominin sosyal ve çevresel alanları kapsayarak boyunduruk altına aldığı, şekillendirdiği ve insanların refahının ancak bu şekilde sağlanabileceği mitine maruz kalıyor oluşumuz hem bireysel hem de toplumsal algımızı da bu yönde şekillendiriyor. Buna dayanarak uygulanan makro politikalar da yaşadığımız iklim ve ekoloji krizlerine neden oluyor.
Diğer yandan yaşadığımız deprem, sel, kuraklık gibi her doğal afetin ardından işlerin hiç de öyle yürümediğinin belirli bir süre de olsa farkına varıyoruz. “Ekonomi” gözetilerek alınmayan önlemler, ucuza gelsin diye malzemeden çalınan binaların altında kaybolan canlar, güya mühendisçe bir yaklaşımla tasarlandığı düşünülen ama ilk gelen selde yıkılan köprüler, seddeler bir süreliğine de olsa, doğanın hışmına uğradığımız duygusuna kapılmamıza neden olur. Aslında çevre denen alan bizim varlığımızı da kapsadığı için bize karşı olması imkansızdır. Nasıl salgın bir hastalık bizim sosyal statümüzü umursamadan bizi hasta ediyorsa, ortaya çıkan ve olağan olan ama bize verdiği zarar nedeniyle olağan dışıymış gibi algıladığımız doğal afetler de aslında varlığımıza kayıtsızdır. Bu açıdan bakıldığında artık asıl doğal çevrenin sosyal ve ekonomik alanı kapsadığı gerçeği ile yüzleşmek zorunlu hale gelir.
Birbiriyle çelişen bu iki durumun ortak paydasını oluşturmak adına sürdürülebilirliğin bu üç alanın kesişiminde olduğu ve ihtiyaç duyulan normların buna dayanılarak oluşturulması gerektiği konusunda tüm kesimlerin anlaştığı rahatlıkla söylenebilir.
Sürdürülebilirlik sürdürülebilir mi sorusuna dönecek olursak, bunun için kurumları da mevcut üç unsura eklemek gerekir. İnsani faaliyetlerin, mevcut ve gelecek yatırımların ve doğal kaynakların kullanımının sürdürülebilir olması için gerekli politika ve uygulamaları ortaya koyacak ve gözetecek kurumların varlığı da normların oluşturulması, gözden geçirilmesi ve güncellenmesi açısından elzemdir.
İş yine insanların kurduğu kurumlara varınca, kurumları oluşturan bireylerin ve bunların içinde de politika yapıcı ve karar verici rollerini üstlenenlerin sürdürülebilirlik ile ilgili yeterli bilgi, eğitim, vizyon ve kararlılık sahibi olmaları gerekiyor. Diğer yandan kurumların içinde var olan uygulayıcı bürokratların, siyasetin içindeki kanun koyucu ve politika yapıcıların, kişi olarak değil ama prensip olarak kalıcılığı ve istikrarının sağlanması, sürdürülebilirliğin sürdürülebilir olması için önem kazanmakta. Özellikle kurumsallaşmamış kurumların içinde günü kurtaran kararlar, lobi faaliyetlerine ve siyasetin popülist geçici etkilerine maruz kalır. Bu nedenle sürdürülebilirlik felsefesi dahilinde oluşturulmuş yasal düzenlemelere sadakat gerekir ve bu durum kurumların belirli yaklaşımları benimsemesini gerekli kılar. Entegre yönetim yaklaşımı Dünyada 1970’lerin sonu, 1980’lerin başında ağır çevre sorunları kamuoyunun dikkatini çekmeye başladı. Artık küçük ölçekte ve kısa vadeli, kâr odaklı çözümlerin çözümden çok sorun yarattığı fark edildiğinden, yönetim yaklaşımlarının daha kapsamlı olması gerektiği kabul görüyordu. Bu noktadan hareketle hava, su, toprak gibi doğal kaynakların en azından akarsu havzaları sınırları dahilinde entegre (bütünleşik) olarak değerlendirilmesini öngören “Entegre Yönetim” yaklaşımı ortaya atıldı. Entegre yönetim anlayışı, aynı zamanda var olan üç alanda (ekonomi, sosyal, çevre) baş gösteren sorun ve ihtiyaçları bütüncül değerlendirmeyi de kapsamına dahil etti. 1980’ler öncesinde yerel sorunlara yerel çözümler sunan, yatırımları yerel çözümlere göre planlayan ve işleten yaklaşım tedrici olarak terk edilirken, daha geniş ölçekte birden fazla etkiyi çok disiplinli bir bakış açısı ile değerlendirmeyi öngören entegre yaklaşım önce Amerika Birleşik Devletleri’nde (Clean Water Act, 1977) daha sonrasında da Avrupa Birliği ülkelerinde (AB Su Çerçeve Direktifi, 2000) uygulamaya alındı. Bu yaklaşım da sürdürülebilirlik gibi tanımlanma sorunundan nasibini aldı, ancak 2000 yılında Global Water Partnership (GWP) tarafından yapılan “yaşam açısından vazgeçilmez önem arz eden ekosistemlerin sürdürülebilirliğinden ödün vermeden, ekonomik ve sosyal refahın eşitlik ilkesi gözetilerek en üst düzeye çıkarılması amacıyla, su toprak ve bağlantılı kaynakların birlikte geliştirilmesi ve yönetimi” tanımı en yaygın kabul gören tanım haline geldi.
Su ve toprak yönetimi açısından entegre yaklaşıma ağır eleştiriler de yok değil. Bu eleştirilerin başında, önerilen yönetim modelinin unsurlarının oldukça geniş ve karmaşık olduğu, bu yüzden uygulamada başarı sağlanamayacağı geliyor. Aynı zamanda, çoğu araştırmacı önerilen yönetim modelinin altyapı yatırımlarını tamamlamış, örgütlü sosyal refah devletlerde uygulanabileceğini vurguluyor. Özellikle katılımcı yaklaşımda, sivil örgütlenmesini yapmamış ya da yaygınlaştırmamış toplumlarda sorunlar yaşanacağı ve “güçlü olan”ın kazanacağı endişesi dile getiriliyor. Bu eleştiriler ışığında, tanımlanmış olan sürdürülebilirliğin sürdürülebilirliği özellikle az gelişmiş ve Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde pek de imkânlı gözükmüyor.
YENİLENEBİLİRLİK, DAYANIM, İYİLEŞME
Sürdürülebilirliğin normlarını koymada ve izlemede özellikle FAO, UNDP, UNESCO, Dünya Bankası gibi kuruluşlarca geliştirilen göstergelerin tayini de önemlidir. Sürdürülebilirlik göstergelerinin özellikle üç durumu ölçmeye hizmet etmesi gerekir: Yenilenebilirlik, dayanım ve iyileşme.
Yenilenebilirlik, sürdürülebilir yönetimi istenen kaynağın yenilenerek yerine konabilme kapasitesini gösteren bir kavramdır. Örneğin, bir havzada var olan yüzeysel ve yeraltı su kaynakları hidrolojik çevrim sonucu belirli bir dönemde yenilenebilmektedir fakat çıkarılan petrolün yenilenebilme olasılığı yoktur. Dayanım, yenilenebilir doğal kaynakların ve ekosistemlerin büyük bir bozulmaya uğramadan iklimsel, çevresel ve beşerî baskı, etki ve zararlara dayanması olarak tanımlanabilir. Atıksu deşarjlarına maruz nehir, göl gibi bir alıcı ortamın su kalitesinde belirgin bir değişim olmadan kirliliği yutma kapasitesi o ortamın dayanımına bir örnek olarak gösterilebilir. İyileşme ise yukarıda söz edilen baskı ve etkilere maruz kalarak hasar gören ekolojik sistemin belirli bir süre içinde kendini yenileyerek eski durumuna kavuşması olarak özetlenebilir.
Buradaki ana sorun bunca göstergenin tayini ve değişimlerinin izlenebilmesi için oldukça büyük miktarda verinin derlenmesi ve bilgi akışının kesintisiz sağlanmasıdır. Bu akışın duraklaması sürdürülebilirliğin kesintisiz değerlendirilmesini sekteye uğratır. Diğer bir tehdit ise dördüncü ayak olarak tanımladığımız karar verici ve uygulayıcı kurumların, bu verilerin işlenmesi ve bilgi üretiminde ihtiyaç duyulan yoğun teknoloji kullanımına erişimi ve eğitim eksikliği nedeniyle uygulayamayışıdır. Genellikle yeni benzeşim, modelleme, uzaktan algılama, veri tabanı gibi karar destek araçları kurumlardaki görevli çalışanlar açısından zor ve karmaşıktır.
Buraya kadar değinilen sürdürülebilirlik ve entegre yönetim yaklaşımı kavramlarının günümüzde neden gerekli olduğuna dair güncel ancak üzücü bir örnek ile yazıyı tamamlayalım.
MARMARA GÖLÜ FACİASI VE ALINACAK DERSLER
Gerçekte Gediz Havzası’nın içinde kapalı bir havza olan yani dışa akımı olmayan bir çökelti halindeki Marmara Gölü, güneyinde 1945 yılında inşası tamamlanan bir sedde ile çevrilerek, Gediz Havzası sulamalarında kullanılmak üzere bir gölet haline getirildi. Özellikle kuzeyinden geçen Gediz Nehri’nin Gördes kolunda inşa edilen Çömlekçi Regülatörü ve doğusunda inşa edilen Adala Regülatörü kanalı ile beslenen Marmara Gölü’nün hacmi bu yatırımlar ile üç katına yükseldi. Gölün güneybatısında inşa edilen bir kanal ile biriktirilen bu sular, Ahmetli Regülatörü ile Turgutlu-Manisa-Saruhanlı ovalarının sulanmasında kullanılmaya başlandı ve 1960 yılında tamamlanacak olan Demirköprü Barajı ile 2011 yılına kadar yaklaşık yüz bin hektarlık alanda Gediz sulamalarının ana kaynağı olarak kullanıldı.
Burada bir parantez açalım. Sulama sorununu çözmek için havza geneli etkileri dikkate almadan 1945 yılında yerel bir soruna yerel bir çözüm olarak Gördes kolundan suyun çevrilmesi, o gün için iyi bir çözüm gibi duruyordu. Ancak ilerleyen yıllarda hiç de akla gelmeyen bir yerde önemli bir sorun ortaya çıktı: Çölleşme. Gördes kolunun bağlandığı Kumçayı üstündeki Akselendi mevkiinde, azalan akımlar nedeniyle rüzgâr erozyonu ile oluşan kum, bölgeden nehir ile taşınamaz hale geldi ve bölgedeki tarım arazilerini kaplamaya ve istila etmeye başladı. Durum o kadar vahim bir hal aldı ki 1992 yılında yayınlanan “Genç Indiana Jones Günlükleri” adlı dizinin çöl savaşı sahnelerinin çekimine bile ev sahipliği yaptı! 2000’li yıllarda devlet kurumlarının müdahalesi ile ilerlemesi durdurulan çölleşme sorununun halen bir tehdit olarak durduğunun altını çizelim ve konuya daha sonra değinmek üzere parantezi kapatalım.
Marmara Gölü yan kollardan transfer edilen sular sayesinde mevsimsel olarak kuruyan bir jeolojik deplasman gölü olma halinden bir göl ekosistemine dönüştü. Hatta 1990’lı yıllarda barındırdığı canlı çeşitliliği ve kuş popülasyonu ile RAMSAR alanı olarak ilan edilmesi bile tartışıldı. 2008 yılında ulusal öneme haiz sulak alan olarak koruma altına alınan Marmara Gölü’nün talihi Gördes kolu üzerine yapılacak ve İzmir’e içme suyu temin edecek barajın bir anda yatırım planına alınması ve inşaatının hızlanmasıyla değişti. Gördes Barajı’nın tamamlanarak 2011 yılında su tutmaya başlamaya “çalışması” ile bu koldan göle iletilen su kesildi ve göl hacmi önemli ölçüde azaldı. 2021 ve 2022 yıllarında yaşanan kuraklık ile birlikte göl her iki yılda da yaz aylarında tamamen kurudu ve ekosistem geri döndürülemeyecek bir zarara maruz kaldı. Diğer yandan planlama ve yapımındaki yanlışlıklar nedeni ile onca yatırımla tamamlanan sonrasında bir o kadar yatırımla da tamir edilmeye çalışılan Gördes Barajı, maalesef bölgenin jeolojik yapısının elverişsizliği nedeniyle hiçbir zaman su tutamadı. Marmara Gölü’nün kuruması ile ortaya çıkan yeni arazi ve çevresinde bulunan sulak sazlık alanlar da bozulmaya, toprak erozyonu artmaya, bir yandan da civar sakinleri tarafından tarımsal araziye dönüştürülmek üzere yağmalanmaya başladı. Marmara Gölü’nde balıkçılık faaliyetleri de son buldu ve bu sayede geçimini sağlayan halkın önemli geçim kaynaklarından biri yok oldu.
Olay örgüsünü biraz geriye sararsak, yaratılan Marmara yapay sulak alan ekosisteminin yukarıda açıp kapattığımız parantezin içindeki ekolojik felakete yol açtığını, daha sonra yine yerel bir probleme çözüm bulmak adına tüm havzaya etkisi değerlendirilmeden alınan yatırım kararının oluşan ekosistemi nasıl yok ettiğini rahatlıkla görebiliriz. Halihazırda geriye işlemeyen bir baraj, yok olan bir sulak alan ve yine çölleşme tehdidi ile burun buruna topraklar kaldı. Bu bir dizi karar çevreye zarar verdi, sosyal açıdan toplumun refahını etkiledi ve ekonomik olarak ölü bir dizi yatırıma neden oldu. Kısa vadede o gün için oldukça iyi bir çözüm olan tercihler, 50 yıl içinde tüm havzayı tehdit eder duruma geldi.
Bu örnek özelinde ve aslında dünya genelinde, yapılan yatırımların ve faaliyetlerin bütüncül yaklaşım olmadan, sürdürülebilirliğin sosyal, ekonomik ve çevre alanları dahilinde ele alınmadan gerçekleştirilmesinin sonuçlarını bugünün nesilleri olarak biz üstlenmek durumunda kalmış haldeyiz. Burada gözden kaçırmamamız gereken nokta, içinde bulunduğumuz durumun aslında önceki neslin o zaman için oldukça akılcı olarak aldığı ve uyguladığı kararlar neticesinde oluştuğu! Sonuç olarak, su ve toprak yönetiminde sürdürülebilirliğin sürdürülebilir olması Marmara Gölü gibi örneklerden çıkarılacak derslere bağlı. Gezegen üstünde türümüzün kaderi, sorumlu kurum ve kuruluşların, bunun yanında sivil toplum örgütleri, siyasetçiler, çiftçiler gibi tüm paydaşların sürdürülebilirliğin gerekliliğini, bugünü değil geleceği kurtarmak için uzun vadeli çözümlere odaklanılmasının zorunluluğunu, birçok disiplinden birçok uzmanın katılımı ve toplum kesimlerinin önceliklerde uzlaşması ile sağlanacağını idrak etmelerine bağlı. Halen mevcut koşullar altında, bunun idrak edilmesindeki zorluklar, sürdürülebilirliğin sürdürülebilir olup olmadığı sorusuna olumlu cevap vermeyi ümitsiz kılıyor. Umarım tüm insanlık, birey olarak sonsuza kadar yaşayamayacağımızı, bizim kadar gezegendeki her canlının da yaşam hakkının bulunduğunu ve aslında gelecek nesillerin varlığının ve esenliğinin ekosisteme duyulan saygı, sosyal alanda hakkaniyet ve ekonomik refaha dayandığı farkındalığını edinebilir.
*Dokuz Eylül Üniversitesi Mühendislik Fakültesi, İnşaat Mühendisliği Bölümü, Hidrolik ABD